22 Mart 2009 Pazar

Karşılıksız bir Aşk Masalı: TÜRKİYE ve AB




Fazlı Köksal


9 Mayıs1949 tarihinde Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman, Fransa ve Almanya’nın kömür ve çelik kaynaklarını birleştirmelerinin aralarındaki çatışmalara son vereceği, buna diğer Avrupa ülkelerinin de katılması halinde Avrupa’da barışın tesis edileceği yolunda bir deklarasyon yayımladı. Bu deklarasyon, daha önce Avrupalı pek çok düşünürün ifade ettiği “Avrupa Birliği” düşüncesini ateşleyen bir kıvılcım oldu . Bu görüş doğrultusunda, 18.Nisan 1951’de imzalanan Paris Antlaşması ile; Fransa, Federal Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg (altılar) arasında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluşturuldu . Altılar arasında 25.03.1957 tarihinde akdedilen Roma Antlaşması ile fiilen AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) kuruldu. AET’ye üye olmak için 8.Haziran 1959’da Yunanistan, 31.Temmuz.1959 tarihinde de Türkiye başvurdular. Hemen hemen aynı tarihte AET’ye üye olmak için başvuran, bir başka ifadeyle AET’ye ilan-ı aşk eden Türkiye ve Yunanistan’ın başvuruları 11.Eylül.1959 tarihinde kabul edildi. AET; 1961’de Yunanistan’la, 12.Eylül.1963’de de Türkiye ile Ortaklık Anlaşmalarını imzaldı. 1.Ocak.1981’de Yunanistan AET’ye 10. üye olarak kabul edilmiştir. Avrupa, aynı tarihte ilan-ı aşk eden iki ülkeden birisinin(Hıristiyan olanının) aşkına karşılık vermiştir. 4.Temmuz.1990’da Kıbrıs Rum Kesimi Üyelik için başvurur. Türkiye’den yaklaşık 30 yıl sonra üyelik için başvuran Kıbrıs Rum Kesimi de Nisan 2003’de AB üyesidir. Türkiye ise aşkına karşılık bulmak için maşukunun isteklerini yapma peşindedir. Aşığın aşkı arttıkça maşukun talepleri çoğalmaktadır. Kravatını düzelt, ayakkabını boyat, traş ol türü istekler, yerini; estetik ameliyat ol, kolunun birini kes, vücuduna mikrop zerk et gibi karşılanması vücudun bütünlüğünü bozacak, hatta hayatının son bulmasına neden olacak isteklere bırakmaktadır. Zavallı aşık, bunları yerine getirse sanki vuslat gerçekleşebilecek gibi, maşukunun isteklerini yerine getirmek çabasındadır.


Bu kara sevdayı, bu karşılıksız kalan,kalacak olan aşkın muhtemel sonuçlarını değerlendirmeden önce, Türk seçkinlerinde sık sık nükseden bir hastalığa dikkat çekmek gerekir; taklitçilik, öykünmecilik.

Türk seçkininin (!) diğer toplumlara öykünme, onlara benzeme, hatta kimlik değiştirme eğilimi çok güçlüdür. Bu problem yalnızca bugünün seçkinlerinin hastalığı değildir. 1400 yıl öncesinden Bilge Kağan ,Orhun Kitabelerinde “Türk Beyleri Çinli adlar aldılar” diye yakınır. Göktürklerde taklit edilen “Çinliler” iken ,Selçuklularda “Farslar” taklit edilmiş, hakan isimleri Çağrı/Tuğrul, Alparslan’dan, Keykubata’a Keyhüsrev’e dönüşmüştür. Osmanlı’da da ilk iki-üç padişahtan sonra başlayan Arap-Fars öykünmeciliği, duraklama döneminden sonra yerini Fransız taklitçiliğine bırakmıştır. Çöküş dönemindeki İngiliz , Alman, hatta Rus muhiplerini de unutmamak gerekir. Türk seçkinin bu taklitçi tavrını, genelde halk benimsememiş ,o yine Türkçe konuşmuş, kültürünü muhafaza etmiştir.Geniş halk kitlelerinin de seçkinleriyle beraber taklitçilik batağına battığı bazı Türk boyları (Örneğin Bulgarlar) maalesef Türklüklerini de kaybetmişlerdir.


Şüphesiz bu taklitçi tavrı tüm Türk seçkinleri benimsememiş ve milli çıkışları ile bu dejenerasyonun önüne geçmişlerdir. “Üstte mavi gök çökmezse, altta yağız yer delinmezse senin ilini töreni kim bozabilir” diyen Bilge Kağan, Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu ispatlamak için “Divan-ül Lügat_i Türk”ü kaleme alan Kaşgarlı Mahmut, “Bundan Böyle Divanda Dergahta Türkçe Konuşulacaktır” diyen Karamanoğlu Mehmet Bey, Türkçe divan yazan Şah İsmail (Hatayi), Yunus Emre, Van’i Mehmet Efendi ,Dadaloğlu, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaşi Veli, Ahmet Vefik Paşa, Süleyman Paşa, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, taklitçi tavra isyan eden gerçek Türk seçkinlerinden bir çırpıda aklımıza gelenler. Türk Siyaset Tarihi; bir noktada, diğer ulusları taklit edenler, zamanla kendilerini onlar gibi hissedenlerle; taklitçiliğe karşı çıkıp Türk’çe tavır koyanların mücadelesidir. Bu mücadelede son noktayı, taklitçiliğe, emperyalizme başkaldırının adı olarak bayraklaşan Mustafa Kemal Atatürk koyar: “Ne mutlu Türk’üm diyene”. Bu söz, her türlü öykünmeciliğe, ….ofilliğe, yabancı muhipliğine vurulan şamardır. Her meseleye olduğu gibi AB meselesine de bu tarihi perspektiften yaklaşmak zorundayız.


AB’nin bize bakışı nedir? AB bizi içine alır mı? AB içinde Türklüğümüzü muhafaza edebilir miyiz? AB’ye üye olmak ne götürür, ne getirir ? AB’nin ömrü ne kadardır? AB içinde Ulus-Devlet olarak kalmak mümkün mü? Bu sorulara sağlıklı cevap aramadan, belki genlerimize işlemiş öykünmeci tavrımızla haykırıyoruz: Aman fırsat kaçıyor. Ve Karen Fogg’un maaşa bağladığı kalemler beynimizi yıkıyorlar: Kuzey Kıbrıs’da çözümsüzlüğe hayır (Türkçesi Kıbrıs’ı Rumlara verelim). Yunanistanla problemlerimizi çözelim (Türkçesi kıta sahanlığı ve fır hattı üzerindeki iddialarımızdan vazgeçelim) .Kürtçe TV’ye, Kürtçe eğitime biran önce geçelim, yerel kimlikleri tanıyalım (Türkçesi hepimizin malumu). Yerinden yönetim, güçlü yerel yapılanma (Türkçesi önce federatif yapı, sonra…)


Yukarıdaki paragraftaki sorulara, yüzlerce soru eklemek mümkün. Ama bu konuda cevap aranması gereken temel iki soru var :
1) AB, Türkiye’yi üye olarak kabul etmeye hazır mı?

2) AB’ye üyelik Türkiye’nin çıkarlarına uygun mu?
AB, Türkiye’yi üye olarak kabul etmeye hazır mı?


Yunanistan’la aynı tarihte üyelik başvurusunda bulunmamıza karşın Yunanistan’ın 1981 de üye olması, bizim en iyi ihtimalle 10 seneden önce üye olamayacağımız gerçeği ile birlikte değerlendirildiğinde; en iyimser ifade ile AB’nin Türkiye’ye mesafeli durduğu sonucu ortaya çıkar.

AB’nin Türkiye’ye mesafeli durmasının gerekçelerini şu şekilde sıralayabiliriz:


1)Ekonomik Gerekçeler


Türkiye AB ile imzaladığı Gümrük Anlaşması sonucunda, AB pazarına eklenmiş durumdadır. Bu anlaşma ile AB Türkiye’den ekonomik anlamda alabileceği her şeyi almıştır. Bundan sonra, Türkiye’yi AB’ye alması, ekonomik anlamda AB’nin fedakarlıkta bulunmasını gerektiren bir husustur.


Türkiye’nin istihdam sorunu, AB ortalamasının çok üzerindeki nüfus artış hızı, AB’yi saracak ucuz işgücü, düzeltilemeyen ekonomik yapı, kronik enflasyon, bozuk ödemeler gücü dengesi, çok yüksek iç ve dış borç, AB ortalamasının çok çok altında milli gelir düzeyi, tarım nüfusunun yoğunluğu, gibi Türkiye’ye has ekonomik sorunlar yanında, yeni kabul edilen ülkelerin AB’ye yüklediği yük AB’nin Türkiye’ye mesafeli durmasında etken olmaktadır. Türkiye’nin AB’ye girişi ilk 5 yılda AB’ye 50 milyar USD yük getirecektir. Bir sömürge belgesi niteliğindeki “Gümrük Birliği Anlaşması”nı imzalayan bir ülkeyi AB’ye almanın, AB açısından makul bir gerekçesi yoktur.


2) Yapısal-Siyasal Gerekçeler


“AB Bugün için ekonomik bir dev, fakat politik bir spastiktir”(1). Ekonomik yönde müşterek kararlar alabilirken, politik ortak kararlar almakta zorlanmaktadır. Son Irak harekatında İngiltere-İtalya/Almanya-Fransa ayrışması politik çatlamanın en son örneğidir. AB’nin bir federasyon yapılanmasını mı, konfederasyon yapılanmasını mı seçeceği de daha netlik kazanamamıştır. Almanya, İtalya gibi bazı ülkeler federasyonu savunurken, İngiltere konfederasyonu savunmaktadır. AB ordusunun nasıl oluşturulacağının kararı henüz verilmemiştir. “Türkiye gibi nüfus yapısının verdiği güçle, demokratik mekanizmalarda güçlü bir temsil yeteneği elde eden üye, AB içindeki demokratik süreci nereye gideceği belli olmayan şekilde etkileyebilir. Oysa bu süreci mümkün olduğunca istikrarlı bir çerçeve ile kapamak isteyecek Brüksel açısından Ankara, tercih edilecek bir ortak olmayacaktır.”(2)


3) Sosyal-Kültürel gerekçeler


Açıkça dillendirilmese de AB’nin Türkiye’yi kabullenmemesinin temel nedeni Türk milletinin Müslüman olmasıdır. Nüfusunun tamamına yakını Hıristiyan olan, asırlardır Türk ve Müslüman düşmanlığı ile eğitilmiş bir topluluğun, Müslüman bir toplumu üye olarak kabulünü beklemek safdilliktir.

AB’nin Türkiye’ye bakışını bazı AB yetkilileri de zaman zaman açık yüreklilikle açıklamışlardır:

Ocak 1997’de AB dönem başkanı Hollandalı Van Mierlo, Avrupa Parlamentosunda “ AB dürüst olmalıdır. ….Hiç kimse bu konuyu resmi olarak açıklayamadı. AB’ye Müslüman bir ülkeyi kabul edecek miyiz? Ve esas sorun şudur: Bunu istiyor muyuz?” (3)


8. Kasım.2002 tarihli Le Monde gazetesine Avrupa Konvansiyonu Başkanı sıfatıyla demeç veren Valery Giscard d’Estaing “Türkiye, en basit nedenle Asyalı olduğu için AB’ye kabul edilemez.” (4)


Avrupa Halk Partilerinin Berlin’de yapılan 14. Kongresinde H.Kohl, “Hıristiyan dünya görüşü ve Hıristiyan değerlerinin olmadığı Avrupa benim Avrupam değildir.”(5)

Fransa Meclis Dışişleri Komisyon Başkanı François Loncle “Tarihi ve özellikleri dikkate alınınca Türkiye AB’ye hiçbir zaman giremez.”(6)

Benzeri açıklamalar pek çok AB yetkilisi tarafından da tekrarlanmıştır. AB Türkiye’yi içine almak istememekte ;ancak, kaybetmek de istememektedir. Alman Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Avrupa Politikası Sözcüsü, yıllık toplantılarının sonucunu şöyle açıklamıştır: “Türkiye’nin AB’ye tam üye olması, birlik için çok ciddi bir tehlike. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıkıyoruz. Ancak Türkiye Avurpa için stratejik bir öneme sahip. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa’dan kopmaması ve başka bir sisteme yönelmemesi için de özel bir formül bulunarak Avrupa’nın yanında tutulmasını istiyoruz.” CSU sözcüsü Türkiye’nin başka bir sisteme yönelmemesi için formül bulunmasını istiyor. Bu formül bulunuyor: AB üye adaylığı. Bizim abofiller güç kaybetmezlerse, bu formül sayesinde Türkiye hiçbir zaman AB üyesi olamayacak, ancak AB’den kopmayacak, maşukun istediği her türlü tavizi vermeye de devam edecektir.

Tam üye sayısının sürekli artmasına rağmen, AB bayrağında hâlâ 12 yıldız durmaktadır. Bu durum da: “ AB bayrağındaki 12 yıldız, 12 havariyi temsil etmekte, AB’nin bir Hıristiyan birliği olduğunu göstermektedir.” tespitini doğrulamaktadır.


Avrupalının Türkler hakkındaki düşünceleri, kökleri yıllar ötesine giden şartlanmışlıklarla maluldür. Haçlı seferleri, harem romanları, ezilen(!) Rumlar, kıyıma uğratılan (!) Ermeniler, gece yarısı ekspresi filmi ve Almanya’da, Fransa’da, Hollanda’da entegre edemedikleri Türkler. Böylesine yanlış tanıdığı, tanımak için gayret göstermediği bir toplumu kendi içine alması için makul bir neden var mıdır?


Son 10-15 yılda yayılan, büyüyen ve 11 Eylül olayları ile zirveye ulaşan kökten dinci terör olayları ve batı medyasına hakim olan Müslümanlık karşıtı söylem son yıllarda Avrupa’da İslam karşıtlığını daha da artırmıştır. Bu ortamda AB’nin Müslüman Türkiye’yi AB’ye alması mümkün müdür?


Hıristiyan/Müslüman, Avrupalı/Asyalı, Biz/Öteki ayırımı AB yurttaşlarının genlerine işlemiş bir ayırımdır. Ötekini yok etmek adına yapılan Haçlı Seferlerinin mirasçılarının Türkiye’yi AB’ye alacaklarına inanılabilir mi?


4) Demografik Jeopolitik gerekçeler


“Uygarlıklar belirli bir coğrafya üzerinde yükselirler. AB, jeopolitiğini şimdi oluşturmaktadır. AB’nin önümüzdeki altı yılda gerçekleşecek iki dalga halinde genişlemesi ekonomik olmaktan çok, jeopolitik mülahazalara dayanmaktadır. Sovyet gücünün Doğu Avrupa’dan çekilmesinden sonra, muhtemel bir istikrarsızlık haline gelen bu bölge AB jeopolitiğinin içine alınarak, hem istikrarsızlıkların doğması hem de AB’yi tehdit etmesi engellenmiştir.” (7)


AB yeni kabul ettiği üyelerine, Bulgaristan ve Romanya ‘yı da katarak AB jeopolitiğini kıtasal hale getirecektir. Ancak, Türkiye, Rusya ve Ukrayna gibi hem coğrafi alan hem de nüfus olarak büyük ülkeleri AB’ye alması, AB’nin sorunlu bölgelerle ve farklı kültürel ve yönetimsel yapılarla (Ortadoğu, Azerbaycan-Ermenistan, Türk Cumhuriyetleri, Çin) komşu olmasına yol açacağından jeopolitik açıdan uygun değildir.


Almanya’nın eski Başbakanlarından Helmuth Schmith, “21. Yüzyıl için Perspektifler” kitabında “Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak. 21. yüzyılın sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Almanya ve Fransa’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamları akıllarında tutmaları lazım…… Türkiye’nin İran, Irak ve Suriye ile sınırları var ve Yunanistan’la yüzyıllardır sürtüşmektedir…. Türkiye Bölgede kendi çıkarları olduğu için Ortadoğu’da yaşanan her savaşa endirekt katılmıştır….Türkiye ile Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan daha derindir.” (8)


Türkiye’nin, Rusya’nın ve Ukrayna’nın, Asya’ya taşan, sorunlu bölgelere bitişik coğrafi yapıları, kalabalık nüfusları ve yüksek nüfus artış hızları bu ülkelerin AB’ye alınmaları açısından büyük engel taşımaktadır.


AB’nin Türkiye’yi tam üyeliğe almaya niyetinin olmadığının bir başka göstergesi ise kurulma aşamasındaki AGSK’nın (Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği) karar mekanizmalarına Türkiye’nin alınmamasıdır. AGSK temel olarak NATO’nun askeri imkanlarını da kullanacak, Avrupa merkezli bir savunma gücü olacak. AB Türkiye’yi gerçekten üye olarak alacak ise zaten NATO üyesi olan Türkiye’yi bu oluşumun dışında tutarak neden gerginlik yaratıyor? 1999 NATO zirvesinde BAB’ın feshedilip AB bünyesine geçirilmesi kararı alındı, bu kararla Türkiye’nin BAB’da sahip olduğu ortak üyelik statüsü ortadan kaldırılmış oldu. Helsinki’de Türkiye AB’ye tam üye olmadığı için karar mekanizmalarının dışında kaldı. 19-20 Haziran 2000’de Portekiz’deki Devlet ve Hükümet Başkanları zirvesinde Türkiye’yi AGSK’nın karar mekanizmalarından dışladılar.


5- Demokratik gerekçe (AB Yurttaşlarının Türkiye’nin üyeliğine bakışı)


AB’ye üye 15 ülkede yapılan bir kamuoyu yoklamasında, aday ülkelerden en az kabul göreni Türkiye’dir. AB yurttaşlarının %70’i Norveç’in üyeliğini onaylarken Türkiye’nin üyeliğini onaylayanların oranı yalnızca %30’dur.(9)


Her yönetim, tabanın sesine kulak vermek zorundadır. Yukarıda sayılan tüm gerekçeler herhangi bir şekilde (?) giderilse bile, AB ülkelerinin yöneticileri kendi tabanlarının sesine kulak vermek zorundadır. Kısacası, kendisinden her istenileni yerine getirse bile, AB ülkelerinin yurttaşları istemediği sürece, Türkiye’nin AB’ye girmesi çok zordur. Hele Yunanistan’ın yanında Güney Kıbrıs’ın da veto yetkisine sahip olduğu dikkate alınırsa…


Kısacası tüm şartlar ; AB’nin Türkiye’yi üyeliğe kabulünün akılcı olmadığını, Avrupa’nın tarihi, sosyolojik ve stratejik doğrularıyla çakışmadığını , TÜRKİYENİN AB’YE KABULÜNÜN MÜMKÜN OLMADIĞINI göstermektedir.


AB’ye üyeliğe ne pahasına olursa olsun Evet demek mümkün mü?


Abofiller Avrupa Birliğine üyeliğin faydalarını saya saya bitiremiyorlar. Alınacak ekonomik-teknik yardımlar, kalkınma hızımızın yükselmesi, Avrupa’da serbest dolaşım (ne zaman), artan üretim, artan ihracat, hızlı büyüme, insan haklarındaki gelişme, vs, vs… Hepsi güzel, hepsi insanımızın hak ettiği, hepsi insanımıza lâyık sonuçlar… Bunların doğruluğu yanlışlığı bir yana, bunlara ne pahasına ulaşılacak . Daha doğrusu bu hayallerle insanımız uyutularak bunlara ulaşmak adına ne tavizler verilecek.. Evet yapacaklarımız insanımızın yararına ise AB’ye girsek de girmesek de yapalım. Ama bir hayal adına, bir serap adına milletimizin zararına, gelecek nesillerimizin zararına tavizler vermeyelim.


AB’nin bizi üye olarak kabul etmesinin mümkün olmadığını yazımızın “AB Türkiye’yi üye olarak kabul etmeye hazır mı?” başlıklı bölümünde vurgulamıştık. AB’nin gerçekleşmeyecek bir hedef için bizden istediği tavizler o kadar büyük ki… Maşuk(AB), aşığından (Türkiye), kolunu, bacağını kesmesini hatta kendisini uçurumdan atmasını istiyor.


Ne pahasına olursa olsun mu?


1993 yılında “Türk devletinin bütünlüğü, Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme haklarıyla, gelenek ve göreneklerini sürdürmeleriyle, fakat aynı zamanda uygun düzeydeki idari özerklikle uygun olabilmelidir.” diyen Avrupa Parlamentosu bu söylemini daha sonraki yıllarda da tekrarlamıştır. Kopenhag kriterleri süreci sanıldığı gibi; televizyon; eğitim ve öğretim ; İdamın kaldırılması; Abdullah Öcalan’ın da af kapsamına alınması gibi isteklerle sınırlı kalmayacaktır. Bu talepleri, Anayasa’da Türkiye Cumhuriyetini kuran halklardan bahsedilmesine yönelik talepler, daha sonra federatif yapıya geçilme talepleri izleyecektir.


Alman Dışişleri Eski Bakanı Genscher Yugoslavya’daki etnik-dinsel ayrışma modelinin Türkiye’de uygulanabileceğini ileri sürmüş, Almanya eyalet Başbakanı Holstayn Türkiye’nin doğu ve güneydoğu sınırlarının tartışmaya açılmasını isteyecek kadar düşmanca bir tavır almıştır .Hamburg’da kurulan Alman-Türk vakfı kurucusu Burlehart HİRSCH anayasamızdan “vatan ve milletin bölünmez bütünlüğünü” belirleyen ilkesinin çıkarılmasını istemiştir (10).


Yıllardan beri sinsice yürütülen ve AB muhipleri tarafından gündemde tutulan, “Türkiye mozaiği” safsatası, AB taleplerinin başka bir ayağını oluşturmaktadır. Kopenhag kriterleri ülkemizde yeni milliyetler yaratılmasının hukuki ve toplumsal alt yapısını hazırlamaktadır. Bu zemin üzerinden Türk Milleti diye bir millet olmadığı tezi işlenmek istenmektedir. İsveç Büyükelçiliğinin İzmir’de düzenlediği bir toplantıda, “Türk ulusu diye bir ulus yoktur ,yalnız Türkçe vardır.” tezini işleyen bir kitapçık dağıtılmıştır.(11) Ayni iddia Alman devleti ve endüstrisine Türkiye ve Ortadoğu danışmanlığı yapan, Alman İstihbaratı’nın Ortadoğu masası şeflerinden Udo Steinbach, tarafından da ileri sürülmüştür. (12) Bu tez taraftar topladığı takdirde, Türkiye Cumhuriyetine yönelik her türlü saldırı meşruiyet kazanacaktır. Bu saldırıda kullanılacak en önemli silah da abofil gazeteciler, medya mensupları olacaktır.


AB’nin planları arasında Türk’lerin Kıbrıs’tan çıkarılarak, Kıbrıs’ın Rumlaştırılması, Adalar (Ege) Denizinin bir Yunan- Avrupa denizi haline getirilmesi de vardır. Bu konuda da önemli aşama kaydedilmiştir. Güney Kıbrıs’ın AB’ye üyeliğinden sonra Yunanistan Başbakanı Simitis’in Güney Kıbrıs’a yaptığı ziyarette “Enosis’i gerçekleştirdik” şeklindeki demeci dikkat çekicidir.(13) Gerçek bir mücahit olan Rauf Denktaş’a içten-dıştan yapılan saldırıların temelinde, AB ve Yunanistan’ın emelleri karşısındaki şanlı direnişi yatmaktadır.



Murat Bardakçı “Kopenhag Kriterleri değil 1839 kriterleri” başlıklı yazısında AB maceramızı bakın ne güzel özetliyor:“Bütün bu Avrupalı olma heveslerimizin neticesi hep aynı oldu: Toprak kaybetmek... Açıkça söyleyeyim: Ben, Avrupa Birliği'ne gireceğimize, yani resmen ‘‘Avrupalı’’ olacağımıza hiçbir zaman inanmadım. Çok değil, sadece son iki asırlık tarihimiz hakkında yüzeysel de olsa bir bilgiye sahip bulunan hemen herkes, bunun niçin olmayacağını ve geçmişteki çabalarımızın neden hep hüsranla neticelendiğini mutlaka görürdü…Ama bu uğurda iki asırdan beri her türlü tavizi verdik, geçmişi unuttuğumuzdan, daha doğrusu artık bilmediğimizden dolayı hakaretle karışık tesellilerle avutulduk, bütün bunları sineye çekip kendi kendimize gelin-güvey olduk ve olmaya da devam ediyoruz.”(14)


AB’nin bir başka dayatması ise MGK'nın yeniden yapılanması ve siyaset üstündeki etkisine son verilmesi. Türkiye’de ulusal stratejiler belirleyen tek kurum olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyasal yapıyı MGK aracılığıyla yönlendirmesi rejimin korunması açısından da önem taşıyor. Siyasileri etkilemede sorun yaşamayan AB, ordumuzun bağımsızlıkçı konumundan rahatsız.(Bu yazıyı ilk kaleme aldığım tarihte, bu konu ön çalışma aşamasındaydı. Bugün çözümlendi. MGK AB Normlarına uyduruldu)


AB’nin Türkiye’ye yönelik emelleri arasında; Ayasofya'nın ve diğer yüzlerce kilisenin faaliyete geçmesi, İstanbul surlarının hudut olduğu bir Ortodoks din devletinin kurulması, Bizans'ın kurulması yolunda mesafe alınması, Ermenilerin Türkiye'den tazminat ve toprak talepleri... gibi pek çok dini-etnik husus da yer almaktadır. AB Komisyonuna "Ayasofya'nın dünyasına iadesi" şeklinde küstah bir başlıkla verilen önergede; "İstanbul işgal altındaki Hıristiyan kentidir. Bizans'taki gibi Constantinopol adıyla anılmalıdır." denildi. Ayasofya'nın asıl sahiplerine yani Avrupalılara iade edilmesi istendi. (15)


AB’nin Türkiye’ye kısmen yakın duran yetkililerinden Türkiye_AB Karma Komisyonu Başkanı Daniel Cohn Bendit kendisiyle yapılan bir röportajda, Ermeni Sorununun mutlaka Avrupa Parlamentosunda tartışılması gerektiğini söylüyor ve ekliyor; “Avrupa kamuoyunda soykırımın gerçekleştiğine dair köklü bir düşünce var. Türkiye Avrupa’nın parçasına dönüşmek istiyorsa; bu mesele aydınlığa kavuşmak zorunda. Avrupa’da çok sayıda Ermeni var ve Avrupalıların belleğinde soykırım var. Belleğimizi açıklığa kavuşturmak zorundayız. Türkiye’nin anlaması gereken bir şey var: Hem Avrupa’ya katılmak isteyip, hem de onu bunu sizinle konuşmak istemiyoruz diyemezsiniz.” (16)


Bu önergeler, talepler, kararlar bir başlangıçtır. AB’nin temel hedefi Sevr’i hortlatmaktır.

Dikkat edilirse insan hakları, düşünce özgürlüğü, azınlık hakları, demokrasi gibi kavramlar hep bir amaç için kullanılıyor. Dün, Türkleri Anadolu’dan tamamıyla atmak ve stratejik önemdeki Anadolu’da, Sevr aracılığıyla küçük devletler yaratarak bunları kontrol etmek isteyen güçler bugün de aynı amacı taşıyorlar. Temel hedef; Türkiye Cumhuriyeti devletini parçalamak. Geçen sefer Türk Milleti bağımsızlığını korumuş, ancak petrol bölgelerinden uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Bu defa da su kaynaklarının ve GAP’ın bulunduğu bölgeyi elimizden almak istiyorlar.

Temel soru şu: “Sevr’i hortlatmak pahasına, AB’ye evet diyecek miyiz?”

Kısacası “Ölümümüzü isteyen maşuka aşkımız sürecek mi?”

.

1- Prof.Dr. Ümit Özdağ Stratejik Analiz-Haziran-2002-Sayı 26/ Türkiye AB İlişkilerinin Jeopolitik Bir İncelemesi /

2- Stratejik Analiz-agm.

3- Nuri Yurdusev “Avrupayı kurmak Türkiye’yi idare etmek”/Ankara liberte,2001.Sh.163,

4- Le Monde, “Pour ou contre l'adhésion de la Turquie à l'Union européenne”, 9 Kasım 2002..

5-Hürriyet Gazetesi 12.ocak.2001,

6- Milliyet Gazetesi-1.Kasım.2002-Doğan Heper

7-Stratejik Analiz-agm

8- Suat İlhan Avrupa Birliği’ne Neden Hayır-2 Ötüken Yayınları.2002

9- Suat İlhan- age.

10- Muzaffer Özdağ , Yeni Alman Jeopolitiği, Avrasya Dosyası 1999 cilt:4 sayı 3-4

11-2.Şubat.2002/Hürriyet-Akşam

12-25.3.2001 Aydınlık

13- Tüm gazeteleler 19-20.Nisan2003

14- Murat Bardakçı, “Bunlar Kopenhag değil 1839 kriterleri”, Hürriyet, 15 Aralık 2002

15- Hayrullah Mahmut, Şaşılacak Ne Var? Hürriyet Gazetesi, 23 Mart 2002

16- Nilgün Cerrahoğlu-Entelektüel Bakış Milliyet_26.Kasım.2000


(Başkent İktisat Dergisinin Kasım 2004 Sayısında yayımlanmıştır)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder